Mehmet Demiray

Tarih: 19.06.2025 12:12

Türkiye’nin fikri sınır hatları: Tarz-ı muhakeme-i Türkî, mukayeseye kapalı zihini

Facebook Twitter Linked-in

Ortadoğu’nun karanlık semalarında yankılanan sirenler, havada patlayan füze ve bombalar, birbirine karşılık veren ülkeler… En çok aklıma kazınan sahne ise gecenin zifiri karanlığında göğe doğru kıvrılan bir iz, ardından gelen ani bir patlama; bir evin camları sarsılıyor. Füzeler kimi zaman hedefe varmadan havada imha ediliyor, kimi zamansa hâlen yaşanılan evlerin üzerine düşüyordu. Bu anları izlerken, sadece coğrafi bir sınırda değil, zihinsel bir çatışma hattında da olduğumu hissettim: Dışarıdan bakıyormuşuz gibi ama aslında tam içindeyiz—hem fiziken hem de düşünsel olarak.

Türkiye, bu ateşin hemen kıyısında. Hem NATO üyesi, hem de İslâm coğrafyasının parçası. Ne Tel Aviv kadar Batı’yla iç içe ne de Tahran kadar ideolojik yalıtılmışlık içinde. Son yıllarda şekillenen “stratejik tarafsızlık” siyaseti, Türkiye’yi—en azından şimdilik—krizlerin çevresinde ama merkezine temas eden eşsiz bir konuma yerleştiriyor. Bu pozisyon, ülkeye arabuluculuk, denge kuruculuğu, hatta yeni bir diplomatik model geliştirme fırsatı sunuyor. Söz konusu fırsatlar başarılı bir dış politikaya dönüşecek mi, göreceğiz; ancak bu konuda üretilen olumlu-olumsuz tüm görüşlerin ardında derin bir ortaklık, toplumsal bir refleks var: “Biz bambaşkayız.”

Bu özgünlük vurgusu bir yandan ulusal gururu beslerken, diğer yandan mukayeseli düşünmeyi; başka deneyimlerden ders almayı; evrensel ilkelere dayalı muhakemeyi (bağımsız akıl yürütme) engelliyor. Zihin dünyamızda derinlere yerleşmiş şu alışkanlık hâlâ baskın: kendi farkımızla övünürken başkasının farkını öğrenmeyi ihmal etmek.

Geçen aylarda “epistemolojik sadakat” (bilginin içeriğinden çok kaynağına bağlılık) üzerine yazarken Richard ve Nancy Tapper’ın Eğirdir’de yaptığı uzun soluklu etnografik çalışmadan söz etmiştim. Çalışmayı izleyen yıllarda Nancy (Lindisfarne soyadıyla) bu bulguları Elhamdülillah Laikiz adlı kitapta topladı; teorik çerçevesinin merkezine de “Turkish differentialism” (Türkiye’ye özgülük söylemi) kavramını yerleştirdi. Lindisfarne’a göre Türkiye’de neredeyse her toplumsal, kültürel ya da siyasal mesele yalnızca bize özgü sayılıyor. Böylece ne Almanya’nın eğitim sistemi ne Norveç’in hukuk pratiği ne de Güney Kore’nin kalkınma modeli “bizde işler” kabul ediliyor: “Bizde işlemez, Türkiye çok farklı.”

Karşılaştırma, dış dünyaya açılmak ve kendini evrensel ilkelere göre tartmak demektir.

Emrah Sefa Gürkan bu kapalı devreyi şöyle özetliyor: “Türkiye’de fikir tarihinin en büyük sorunu muhakeme (akıl yürütme) ve mukayese (kıyaslama) eksikliğidir.” Mukayese yapmayan zihin muhakeme de kuramaz; çünkü muhakeme, bir fikri başka bir fikirle, bir durumu benzer örneklerle tartma yetisidir. Geçen hafta üzerinde durduğumuz, Fatih Sultan Mehmet üzerine geliştirilen alternatif tarihsel anlatıların eşzamanlı varlığı da “Türkiye özgünlük” söylemine yaslanır: Ne bu tarihi figür, dönemindeki Avrupalı ya da Asyalı liderlerle karşılaştırılır ne de anlatının savunucuları alternatif görüşleri dinler. Oysa karşılaştırma olmadan düşünce büyümez.

Bu bağlamda Tapper’ın sahadan topladığı, “Bizim toplumsal yapımız farklı”, “Burada işlemez” savunmaları, Türkiye’de mukayesenin yerini “farkı kutsama” davranışının aldığını gösterir. Eleştiriye kapalı, kutsallaştırılmış bu “fark” anlatısı, düşünsel art alanı sınırlandırır; eleştirel düşünce yerine mitolojik özseverlik üretir. Yani belirli bir tarihî dönemin veya ilişkinin sonucu olan öznel bir fikir, sorgulanmadan mutlak doğru ilan edilir. Fikri tartışmaya kapanan gözler, aidiyetin, kimliğin sunduğu duygusal rahatlamaya teslim olur. Bu refleks; akademiden kamuoyu tartışmalarına, popüler kültür argümanlarına dek yayılır.

Aynı dili konuşmamak değil; hiç dil öğrenmeye yanaşmamak, suskunluktan daha tehlikelidir.

Nancy’nin “Turkish differentialism” dediği bu özgünlük inancı, ülkenin düşün sürecini evrensel tartışmalardan uzak tutar. Gürkan’ın ifadesiyle: Mukayese bilincinden yoksun bir zihin sağlıklı muhakeme kuramaz; yalnızca tepkisel fikirler üretir. Dolayısıyla Türkiye’de fikrin kaderi sık sık kimliğin gölgesinde yazılır.

Önümüzdeki hafta, özgünlük fetişizminin Türkiye’deki kimlik tartışmalarını nasıl “karşılaştırmalı düşünce”ye kapattığını; kimlikleri toplumsal yapının bir unsuru olmaktan çıkarıp kutsal farklarla yüceltilmiş mutlak bir bilinç olarak kurguladığını tartışacağız. Bu mitolojik özseverlik hâlinin düşünce hataları ile nasıl meşrulaştırdığını, fikir ile duygu arasındaki sınırları nasıl silikleştirdiğini örnekleyeceğiz.

 

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —