Bu yazılarda hedefim; bilgi birikimimi ve bir stratejist olarak iş hayatında kazandığım tecrübeleri harmanlayarak, “Türkiye içgörüleri” adını verdiğim yazı dizisiyle toplumsal meseleleri daha anlaşılır ve tartışılabilir kılmak.
Söz Kiminse, Fikir Onun mu?
Bugünlerde gündemin en sıcak tartışması, Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla başlayan ve ardından gelen açıklamalar, eylemler ve toplumsal kamplaşmayla devam eden süreç. Amacım bu tartışmaya doğrudan müdahil olmak değil. Ancak bu vesileyle, üniversite yıllarıma uzanarak, Türkiye’de düşünceye ve tartışma kültürüne dair temel bir meseleyi ele almak istiyorum:
Kişilerin fikirlerden, fikirlerin kişilerden ayrılamadığı bir toplumsal atmosferde yaşıyoruz.
ODTÜ Felsefe bölümünde başlayan yükseköğrenim yolculuğum zamanla sosyoloji ve antropolojiye yöneldi. Felsefenin kazandırdığı düşünce disiplini, toplumun nasıl işlediğini sorgulama arzusuna dönüştü. Bu süreçte tanıma fırsatı bulduğum isimlerden biri, Hacettepe Üniversitesi'nden İoanna Kuçuradi idi. Hoca’nın katıldığım ders ve sunumlarında sıkça vurguladığı, ve bu yazıyı kaleme alırken bir sosyal medya paylaşımıyla yeniden kulaklarımı çınlatan çarpıcı bir sözü var:
“İnsanlar saygı, fikirler tartışma konusudur.”
Bu söz, tanımaktan her zaman gurur duyduğum hocamın etik ve insan hakları temelli felsefi duruşunu özetlediği kadar, yaşadığımız günlerde toplumsal ilişkilerimizin neden bu kadar gerilimli olduğunu da açıklıyor.
Kültürel olarak, fikirden çok fikri kimin söylediğiyle ilgileniyoruz.
Sosyoloji bize gösterir ki, toplumlar yalnızca hukuk ile değil, aynı zamanda kültürel kodlarla da yönetilir. Türkiye’de bu kodların merkezinde, aidiyet odaklı düşünme biçimi yer alır. Düşüncenin kime ait olduğu, ne söylediğinden daha belirleyici hale gelmiştir. Bu ise eleştirel düşünmeyi değil, dogmatik bağlılığı üretir.
Sosyal medyada sıkça paylaşılan sokak röportajları bu durumu trajikomik bir biçimde gözler önüne seriyor. Beşiktaş’ta, Karaköy’de vapura yetişmeye çalışan bir vatandaş durdurulur, mikrofon uzatılır. Siyasi bir karar ya da uygulama hakkındaki görüşü, aidiyet duyduğu partinin ismiyle sorulunca coşkuyla destek verir. Ancak önerinin aslında muhalif bir partiden geldiği söylendiğinde, aynı kişi fikrini bir anda inkâr eder. Çünkü burada savunulan şey, fikir değil; o fikri taşıdığı varsayılan kimliktir.
Bu durum yalnızca bireylerin algısal zaaflarıyla açıklanamaz. Bu, kültürel olarak içselleştirilmiş bir davranış kalıbıdır. Epistemolojik sadakat – yani bilginin değil, kaynağın sadakatle benimsenmesi – Türkiye’de yaygın bir düşünsel tuzaktır. İnsanlar ait oldukları grubun söylemini sorgulamadan sahiplenirken, karşı grubun söylediği her şeyi içeriğine bakmaksızın reddetmeye meyillidir.
Üstelik bu sadece bugünün meselesi değil. Son yirmi yılın siyasi tarihinde bu eğilimin, partilerden ve liderlerden bağımsız olarak yeniden üretildiğini gözlemliyoruz. Ana aktörler değişse bile, kamplaşma dili sabit kalıyor. Birbirini dinlemeyen, anlamaya çalışmayan ve sadece ötekileştiren geçici gruplar sürekli yeniden kuruluyor.
Aynı mahallede top oynayan çocuklar gibi: Sabah maçında dost, akşam maçında düşman oluyoruz.
Bu zihniyet yapısını, tanıdık bir sahneyle anlatmak mümkün. Mahallede dağınık oyun oynayan çocuklar, maç için toplanır. İçlerinden ikisi – genelde en iyi top oynayanlar – kaptan olur, takımlarını seçmeye başlar. Az önce birlikte oynayan çocuklar, farklı takım formalarına girince rakip olurlar. Dün "kardeşim" dediğine bugün bağırırlar. Ertesi gün oyun yeniden kurulur, aynı takıma düşülür, dünkü hakaretler unutulur. Yeni düşman, karşı takımdır.
Elbette, aynı mahallenin çocukları arasında da bazı küçük gruplaşmalar vardır. Ancak kritik konu şu: Bu gruplar sabit değildir. Farklı kombinasyonlara fırsat verirler. Yani, takımlar arası kamplaşma ve red kültürü sabit kalırken, kimin hangi kampta yer aldığı sıklıkla değişir.
Türkiye’de fikir tartışmaları tam da bu döngüde cereyan ediyor. Takımlar değişiyor ama oyun aynı kalıyor. Farklı kimlikler, dönemsel olarak değişen kombinasyonlarla ittifak yapıyor.
Bu yapının en tehlikeli yönü, fikrî tartışma kültürünü ortadan kaldırmasıdır.
Michel Foucault’nun da dediği gibi, iktidar ilişkileri yalnızca yukarıdan değil, gündelik hayatın en küçük birimlerinden – aileden, okuldan, arkadaş çevresinden – başlar. Toplumun en kılcal damarlarına kadar işlemiş bu refleks, herhangi bir toplumsal mutabakatın – yani farklılıklar arasında ortak bir uzlaşma zemininin – kurulmasını imkânsızlaştırıyor.
Toplum, düşünceyi tartışmak yerine, düşüneni yargılayan bir aynaya dönüşmüş durumda.
Yine de enseyi karartmamak gerek. Bu kültür değiştirilemez değil. Kamplaşmayı değil, karşılıklı anlayışı önceleyen bir toplumsal bilinç mümkün. Bunun için de kişileri değil, fikirleri merkeze alan bir tartışma kültürü inşa edilmelidir.
Ben kendi adıma, bu inşanın küçük bir parçası olabilmek adına; fikirleri tarihsel bağlamı ve sosyal gerçekliğiyle birlikte değerlendirmeye, kişileri yüceltmek ya da aşağılamak yerine, söylediklerine odaklanmaya gayret edeceğim.
Haftaya, kutuplaşmanın en temel tetikleyicilerinden biri olan eleştirel düşünce eksikliğinden bahsedeceğiz.
Çünkü bu mesele yalnızca ne düşündüğümüzle değil, nasıl düşündüğümüzle de ilgilidir.