Ancak motosiklet, o yazılarda yalnızca bir araçtı; asıl mesele, toplum olarak sorunlarımızı nasıl tartıştığımız ve çözüm bulamadığımızdı. Bu hafta yine benzer bir tabloyla karşı karşıya geldik. İstanbul Valiliği’nin motosiklet parkıyla ilgili açıklaması, tartışma kültürümüzün ve aksiyon eksikliğimizin tüm zaaflarını bir kez daha gözler önüne serdi.
Valilik, yayımladığı bir yönergeyle mülki amiri olduğu belediyelerden motosikletler için park alanlarını hızla düzenlemelerini ve kaldırım işgallerini engellemelerini istedi. Açıklamanın ardından motosiklet kullanıcıları arasında “kaldırıma bile park edemeyeceğiz” tepkisi yükseldi. Trafikte motosikletlerden rahatsız olanlar içinse bu karar, “sonunda adalet” yorumlarıyla karşılık buldu. Tartışma büyüdü, kavgaya döndü, ama asıl sorun yine masaya gelmedi. Çözüm için gerekli adımlar atılmadı. Çünkü artan motosiklet sayısına paralel bir park politikası üretilmeden, bu mesele hep geri dönecek. Tavuk mu yumurta mı sorusunun farklı bir versiyonu: Park yeri mi az, yoksa motor sayısı mı fazla?
Sağduyu ve Naiflik Arasında
Tartışmada farklı bir ses çıkaran bir isme ayrıca değinmek gerekiyor: Zafer Akçay. Güvenli sürüş videolarıyla tanınan Akçay, konuyu sakin ve objektif biçimde ele aldı. “Yeni bir yasak yok, yalnızca uygulanmayan kurallar hatırlatılıyor” dedi. Her videosunu izlediğimde takdir ettiğim bir tarafı var: Kibar, ölçülü ve olumsuz geri bildirim verme yeteneği. Bu süreçte de tepkilerin ölçüsüzlüğüne dikkat çekti ve konunun kamu otoritelerinin gündemine girmesini olumlu buldu.
Akçay’a göre mesele gündeme girdiği için çözüm de yakın. Her ne kadar bir motosiklet kullanıcısı olarak bu iyimserlik bana da kısa süreli bir mutluluk verse de, onun bu değerlendirmesini gerçekçi olamayacak kadar naif bulduğumu söylemeliyim. Naiflik; yani saf, yapmacıksız, iyi niyetli ama deneyimsizlikten doğan bir bakış.
Elbette Akçay’ın yaklaşımında takdir edilecek bir sağduyu var. Fakat ben tabloyu daha farklı görüyorum. Çünkü mesele yalnızca “kurallar uygulanmıyor” meselesi değil. Daha köklü bir sorunla karşı karşıyayız: Sorunları teşhis etmeden, çözüm yöntemini belirlemeden, sorumluluğu bir kurumdan diğerine devretme alışkanlığımız.
Sorumluluğu Birbirine Havale Etme Zinciri
Bugün yaşanan süreç, tipik bir sorumluluk devri zincirini gösteriyor. Kamuoyunda yükselen motosiklet ve denetimsizlik şikayetleri hükümetin gündemine giriyor. Alanı olduğu için konu İçişleri Bakanlığı’na devrediliyor. Bakanlık meseleyi Valiliğe havale ediyor. Valilik ise belediyeye paslıyor. Büyük ihtimalle takip eden haftalarda Büyükşehir Belediyesi de konuyu ilçe belediyelerine gönderecek. İlçeler ise birkaç sembolik park yeri ayarlayıp yazılı emri yerine getirmiş gibi davranacak.
Ama bu yeni alanlar artan motosiklet park ihtiyacını karşılayacak mı? Büyük ihtimalle hayır. Cezadan kaçınmak için araba park alanlarına yönelen motosikletler, bu defa yeni bir infiale yol açacak. Araba sahipleriyle motosiklet kullanıcıları arasında yeni bir kavga başlayacak. Kutuplaşmanın repertuarına bir cephe daha eklenmiş olacak.
Üstelik bu iş özel sektöre bırakıldığında başka dengeler de devreye giriyor. Kapalıçarşı civarındaki otoparklarda bugün durum şu: Hem kullanıcıların çoğu motosikletle geliyor, hem de vale maliyetini azaltmak isteyen işletme sahipleri, arabalar yerine daha çok motosiklet kabul etmeyi tercih ediyor. Yani ekonominin mantığı, kuralların ötesinde kendi çözümünü üretiyor.
Dahası var. Kadıköy ve Beşiktaş gibi gündüz nüfusu ile gece nüfusu arasında büyük fark olan ilçelerde belediye kanalıyla motosiklet parkı çözmek neredeyse imkânsız. Gündüz gelen motosiklet sayısı, gece orada kalanların on katına ulaşıyor. Bu durumda küçük ilçelerin en büyük motosiklet parklarını üretmek zorunda bırakılması adil değil. Belediyelerin görevi kaldırım işgallerini çözmektir, evet. Ancak bu, tek bir kurumun altından kalkabileceği bir mesele değildir. Çözüm için kurumların ortak çaba göstermesi gerekir. Fakat bizde herkes sorumluluğu başkasına bırakıyor.
Aydınlatma ve Karanlık
Asıl sorun tartışılmadan, motosiklet sayısındaki artış ve kesilen cezalarla mesele daha da kronikleşecek. Bu yalnızca bir ulaşım meselesi değildir; Türkiye’nin siyasal kültürünün aynasıdır.
Daha önce yazılarımda sıklıkla vurguladım: Bizde ne söylendiğinden çok, kimin söylediğine bakılır. Bu da iletişimi tıkar, toplumsal mutabakatı (yani ortak zeminde buluşmayı) daha ilk aşamadan imkânsız hale getirir. Bu yazıda işlediğim konu da aynı bağa düşüyor: Neyin yapılacağı değil, kimin yapacağı gündem oluyor.
Şimdi gözünüzün önüne bir sahne getirin. Koskoca bir sınıf. Çocuklar dersin ortasında kalmış, ama sınıf karanlığa gömülmüş. Malum: Aydınlatmayı sağlamak için değiştirilmesi gereken bir ampul var. Tek yapılması gereken bir kişinin çıkıp o ampulü değiştirmesi. Ama tartışma başka bir yere kayıyor: “Bu iş kimin görevi? Müdür mü söyleyecek, öğretmen mi yapacak, öğrenci mi yapacak?” Tartışma sürüyor, kimse adım atmıyor. Çocuklar ise karanlıkta kalmaya devam ediyor.
Bizim halimiz de böyle. Sorumluluk zinciri kırılmadıkça, çözüm için kolektif bir irade üretilmedikçe, biz de kendi sorunlarımızla baş başa kalmaya mahkûmuz.
Bir zincir, ancak en zayıf halkası kadar güçlüdür
Ana çıkarımımı şu benzetmeyle özetleyebilirim: Zinciri oluşturan halkalar gibi kurumlar da ancak birlikte işlev gördüklerinde çözüm üretirler. Her halka, sorumluluğu bir diğerine pasladığında zincir kopar; toplum ise karanlıkta kalır.Motosiklet parkı tartışması, göründüğünden daha derin bir meseleye işaret ediyor: Sorumluluk zincirimiz çalışmıyor. Herkes görevini başkasına havale ediyor. Çözüm arayışımız, kimin yapacağına kilitleniyor. Sonuçta ne sorun çözülüyor ne de tartışma kültürümüz ilerliyor.
Belki de motosiklet parkı meselesini aşmak için önce şu soruyu sormalıyız: Kendi zincirimizi kırıp, kolektif bir sorumluluk kültürü inşa edebilecek miyiz?