Ne söylendiğinden çok, kimin söylediği konuşuluyor. Fikirlerin değil, tarafların yarıştırıldığı bir ses kalabalığının içindeyiz. Gerçek, bağlamından kopmuş cümlelerin arasında boğuluyor. Bu yazı, o seslerin arasından sıyrılıp, düşüncenin kendisine dönmeye bir çağrıdır.
Bir televizyon stüdyosunu gözünüzde canlandırın: Sonsuz fonun önünde, karşılıklı konumlandırılmış şık deri koltuklar. Işık, her koltuğa eşit düşmüyor. Bir taraf biraz daha aydınlık. Ortada büyük bir ekran, ekranda bir fotoğraf: Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş ve Özgür Özel aynı masa etrafında oturuyor. Fotoğraf donuk ama yorumlar alabildiğine canlı. Sunucu başlıyor: "Kapıya en yakın kim oturuyor fark ettiniz mi?" Yorumcu A devralıyor: "Bu pozisyon, stratejik uzaklığı temsil ediyor." Diğeri tamamlıyor: "Soba tarafında olan merkezî figürdür, güç orada demektir."
Program dört saat sürüyor. Ne yeni bir bilgi veriliyor, ne mevcut gerçekliğe dayanan somut bir analiz yapılıyor. Fotoğraf olmasa ya da başka bir fotoğraf olsaydı da fark etmezdi; o konuşmalar, yine aynı heyecan ve belagatla tekrar edilecekti.
Bu konuşmalara, eş zamanlı monolog düzeni diyebiliriz. Yani herkes konuşuyor, kimse dinlemiyor. Ortak zemin yok; yalnızca karşılıklı tiratlar. Bu ortamda fikir üretimi mümkün değil çünkü konuşmaların kökü bilgiye değil, yorumcuların kendini sadık hissettiği epistemolojik kampa (bilgiye ulaşma biçimlerinin ideolojik ayrışması) dayanıyor. Belirli bir şablona ve kampın terimlerine bezenmiş ezber tiratlar, karşı tarafın argümanlarını dinlemeden tekrar ediliyor.
İç tutarlılık, düşüncenin omurgasıdır.
Bu kavramla ilk tanışmam, ODTÜ Felsefe Bölümü'nde, rahmetli Teo Grünberg’in sembolik mantık dersinde oldu. Dürüst olayım, ilk başta sıkılmıştım. Derin tartışmalar hayal ederken “P ise Q, Q ise R” gibi formüllerle karşılaşmıştım. Ama zamanla anladım ki, bu formüller düşüncenin matematiğini öğretiyordu. Tutarlı düşünmeyen biri, ikna edici konuşamaz. Grünberg, İkinci Dünya Savaşı’ndan kaçıp Türkiye'ye gelen bir bilgeydi; bütün zarafeti ve inceliğiyle bizden sadece cümle kurmamızı değil, düşünce kurmamızı istiyordu. Sarsılmaz bir iç tutarlılıkla çıkarım yapmamızı, analizlerimizi, kritik düşünce (eleştirel akıl yürütme) süzgecinden geçirmemizi, enine boyuna tartışıp irdelememizi talep ediyordu.
Bugün ise televizyonlarda gördüğümüz tartışmalar; içi boş, gösterişli konuşmalarla dolu. Siyasi yorumlar, bilgiyle değil jestle, veriyle değil ses tonuyla şekilleniyor. Hakikat, ekran dekorunun bir parçası hâline geldi. Tartışmalar bilgi üretmiyor; sadakat pekiştiriyor.
Tartışma kültürümüz, bir anaokulundaki küçük çocuklar arasında kopan “hangi takım daha iyi” çekişmesine benziyor. Çocuklar, kendi evlerinde gördükleri, kendilerini ait hissettikleri takımı savunuyor; karşı tarafı da onu desteklemeye çağırıyor ama bu ne bir bilgiye ne de bir argümana dayanıyor. Çoğu zaman tek söylenen “Bence o güzel” ya da “Çünkü benimki.” Karşı taraf da aynı şekilde: “Asıl bu güzel.” Sebep yok, gerekçe yok. Fikirler yerine aidiyetler konuşuyor.
Emrah Sefa Gürkan’ın ifadesi ile Türkiye’nin fikrî atmosferin en zayıf noktasına, muhakeme (akıl yürütme) ve mukayese (karşılaştırma) eksikliği. Bu eksiklik zamanla kritik düşünce kaslarımızın körelmesine yol açıyor.
Bir tabloya bakan çocuklar gibi, hep aynı resme bakıp, dinlemeden, konuşma sırası bize geldiğinde ezberlediğimiz farklı hikâyelerimizi seslendiriyoruz.
Gerçek bir tartışma ortamı, bilgiye dayalı olur. Bu, sadece ne düşündüğümüz ile değil; nasıl düşündüğümüzle de ilgilidir. Eleştirel düşünce, yani bir fikri sebepleriyle birlikte tartmak, çelişkilerini görmek ve alternatiflerini kıyaslamak, bir kültür meselesidir. Bu kültür oluşmadıkça, konuşmalar sadece yankı bulur, yankı da sadece gürültü üretir.
Düşünmek, söylemekten önce gelmeli.
Kamusal tartışmaların niteliğini artırmak için iki şeye ihtiyacımız var: İç tutarlılık ve entelektüel cesaret. Yani hem kendi fikrimizi temellendirmeli hem de karşıt fikri sırasıyla, dinlemeye, anlamaya, sonra bilgi çerçevesinde tartışmaya başlamalıyız. Bu süre zarfında da kendi güvenli limanımız olan, ezberlenmiş aidiyet-tiratlarını tekrar etmek yerine kendi özgün fikirlerimizi söyleyebilmeliyiz. Bilgiyi merkeze almadan, hür düşünceye pencere açmadan demokratik bir tartışma iklimi kuramayız.
Hakikati aramak, sadakati onaylamaktan daha değerlidir.
Haftaya, bu düşünceyi bir adım ileri taşıyıp şu soruya yanıt arayacağım: Türkiye’de siyasi kimlikler neden geçmişi yönetmek istiyor, neden geleceği değil de hafızayı kontrol etmeye çalışıyor? Hafızanın bu denli politize edilmesi, bizi nasıl bir çıkmaza sürüklüyor?
Cevabı birlikte arayalım.