Geçen hafta, Türkiye’de bilginin içeriğinden ziyade kaynağına duyulan sadakati tartışmıştık. Bu hafta ise bu sadakatin nelere dönüştüğünü ve bizi nasıl bir zihinsel iklime hapsettiğini ele alacağız.
Bilgi nedir? Felsefenin kadim sorusu. Epistemoloji —yani bilgi felsefesi— der ki: Bir önermenin bilgi sayılabilmesi için üç şart gerekir.
Bu çerçeve, yüzyıllar boyunca tartışmaların ana omurgasını oluşturdu. Ta ki 20. yüzyılda Edmund Gettier, bu üç şartın yeterli olmayabileceğini gösterene kadar.
Gettier’in açtığı kapıyla birlikte felsefe, artık yalnızca “ne biliyoruz” değil, “nasıl biliyoruz” ve hatta “neden bu şekilde biliyoruz” sorularını da sormaya başladı. Ancak Türkiye’nin düşünsel dünyasını anlamak için hâlâ klasik tanım fazlasıyla yeterli. Çünkü bizde bilgi, içeriğiyle değil; kimden geldiğiyle kıymetleniyor.
Türkiye’de inanç, bilginin ön koşulu değil; neredeyse tek şartı hâline gelmiş durumda. Bir kişi bir fikre inanıyorsa, o fikir doğru kabul ediliyor. Doğruluğun sorgulanması ise çoğu zaman saygısızlık ya da hainlik olarak değerlendiriliyor. Bu nedenle fikirlerin değil, kişilerin tartışıldığı bir zemin hâkim oluyor. Fikirler test edilemediği için gelişmiyor; yalnızca tekrar ediliyor.
ODTÜ Sosyoloji’de geçirdiğim öğrencilik yıllarımda, oldukça farklı ideolojik çerçevelerde düşünen sınıf arkadaşlarım vardı. Ancak her biri, kendi pozisyonunun “doğru” olduğuna öyle emindi ki, gerekçe sunmaya ihtiyaç bile duymuyorlardı. Bu tavır yalnızca genç öğrencilere özgü değildi; birçok akademisyen de benzer bir yaklaşım içindeydi.
Bir gün, Ortadoğu’da toplumsal dönüşüm dersini veren; bitmeyen enerjisi ve sürekli yenilenen okuma listeleriyle beni her zaman etkileyen hocamız Bahattin Akşit, bir makaleyi tartışmaya açtı. Eğridir’de yürütülen uzun soluklu bir gözlem çalışmasının ardından Richard Tapper tarafından yazılan bu makale, Türkiye etnografya literatürüne farklı bir bakış açısı getiriyor, birçok yeni çalışmaya kapı aralıyordu.
Makale, Cumhuriyet ritüelleriyle dinî pratikleri karşılaştırıyor; aralarındaki benzerlikleri aktarıyor ve yorumluyordu. Tapper, Eğridir Komando Okulu’nun arkasındaki tepeye beyaz taşlarla yazılmış “Bilgi kuvvettir” sözüyle, Hz. Muhammed’e atfedilen “İlim nerede olsa bulun” (doğrusu: “İlim Çin’de de olsa ona tâlip olun. Çünkü ilim her Müslümana farzdır”) hadisi ile Mustafa Kemal’in “En hakiki mürşit ilimdir” (doğrusu: “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fenden başka yol gösterici aramak gaflettir, dalalettir, cehalettir.”) sözünün benzerliğini vurguluyor; seküler (askeri) ve dinî iktidarın aynı dili kullandığını öne sürüyordu.
Felsefe eğitimi almış bir öğrenci olarak, bu “Bilgi kuvvettir” sözünün Francis Bacon’a ait olduğunu hemen hatırladım ve gençliğin heyecanıyla bu hatayı dillendirdim. Ancak Bahattin Hoca, Türkiye’deki sekülerleşme tartışmalarında kendisini Tapper ile aynı düşünsel çizgide gördüğü için, bu görüşün sonucunu eleştirel bir gözle değerlendirmeyi reddetti. Benim metin içindeki tutarsızlık ve maddi hatalara dikkat çekmemi, “Bu tali bir hata” diyerek geçiştirdi. O an fark ettim ki, doğruluk değil; kaynağa duyulan güven belirleyiciydi. Tartışma orada bitti. Çünkü Tapper’ın fikri, Tapper olduğu için zaten doğruydu.
Genç bir öğrenci olarak akademiye bakışımı sarsan bu olay, yıllar içinde beni düşünmeye sevk etti ve Türk akademisindeki en temel sorunlardan birinin “epistemolojik sadakat” olduğu sonucuna ulaştırdı. Zira birçok akademisyen, tartışmalarda kendini belli bir kampa yerleştiriyor ve o kampın ürettiği bilgiye sorgusuz sadakat gösteriyor. Bu sadakat, sorgulamayı gereksiz kılıyor ve akademik üretimi, çoğunlukla önceden yazılmış bir kitaba dipnot veya tefsir olmaktan öteye taşıyamıyor.
Bugün sosyal medyanın algoritmik akışında da benzer bir durum yaşıyoruz. İnsanlar, kendi inandıkları veya takip ettikleri kişilerin söylediklerini sorgulamadan kabul ediyor. Aykırı her fikir, yalnızca “başka bir kaynağa ait” olduğu için eleniyor.
Epistemolojik sadakat, zihinsel gelişimin frenidir.
Bu sadakat bir kasa gibi çalışıyor. Bilgi, bu kasaya konulunca, yalnızca anahtarın sahibi konuşabiliyor. Oysa bilgi, sorgulandıkça ve test edildikçe gelişir. Gelişmeyen bilgi, dogmaya dönüşür. Ve dogmalar arasında iletişim mümkün değildir.
Gelecek hafta, epistemolojik sadakatin sosyal medyada nasıl yankı odalarına dönüştüğünü ve gruplar arasında görünmez duvarlar ördüğünü ele alacağız. Ama unutmayalım:
Eğer bilgi bir tohumsa, onun yeşermesi için sadece sadakat değil, ışık da gerekir. Işık ise sorgudan gelir.