Onun yerine, herkes “tarihi fotoğraf albümü”nü açıyor ve bir kareyi göstererek “Bak, bu yüzden haklıyım” diyor. Yorumcular, tarihsel figürleri veriden, bağlamdan ve gerçeklikten koparıp, bugünün siyasi tartışmalarına taraf olacak şekilde yeniden kurgulayorlar. diyor.Bir fotoğraf karesiyle strateji, jestlerle niyet okuyor; bilgi, kaynak ya da bağlam olmadan sadece yorum yapıyoruz. Bu yorumlar da çoğu zaman bilgi üretmekten çok aidiyet pekiştiriyor.
Geçen haftaki yazıda Emrah Sefa Gürkan’ın şu sözünü hatırlatmıştım:
“Türkiye fikir hayatının en büyük eksiği, muhakeme ve mukayese eksikliğidir.”
Tartışmalarımız çoğu zaman ardışık monologlar şeklinde ilerliyor. Bu hafta bu hakim tartışma kültürünü biraz daha sorgulamak istiyorum. Çünkü düşünmeyi, tartışmayı ve anlaşmayı zorlaştıran sadece bilgi eksikliği değil; hatıralarla tartışmak, kimliklerle konuşmak da en az onun kadar belirleyici.
Nevşin Mengü’nün sosyal medyada paylaştığı bir videoda söyledikleri bu durumu çok iyi örnekliyor. Videoda Ekrem İmamoğlu’nu savunurken, Fatih Sultan Mehmet’in “çok da AK Parti’nin sahiplenebileceği biri değil, dil bilen, portresini yaptıran, daha seküler bir figür” diyor. Ne demek istediğini ve neden böyle söylediğini herkes kolayca anlayabiliyor. Ancak meseleye eleştirel düşünceyle yaklaştığımızda, bu yorumun ciddi sorunları olduğunu görmemek imkânsız.
Öncelikle, “seküler” kavramı, Fatih Sultan Mehmet’in yaşadığı dönemde henüz var olmayan, modernliğe ait bir kavram. Bu nedenle Mengü’nün yaptığı yorum, tarihsel bağlamla uyuşmayan, anakronik bir argüman. Fatih Sultan Mehmet, yazdığı resmî mektuplarda kendisini “Sultân b. Sultân el-Muzaffer dâimâ, Sultânü’l-Berr ve’l-Bahr, Zıllullah fi’l-Arz, Ebu’l-Feth Mehmed Hân” şeklinde tanımlıyor. Günümüz Türkçesiyle bu ifadeler, “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, karaların ve denizlerin sultanı, fethedenlerin babası” gibi anlamlara geliyor. Bu tür unvanlar, dönemin İslamî siyaset anlayışı içinde gayet yerli yerinde.
Sakın yanlış anlaşılmasın burada derdim Mengü’yü eleştirmek değil, zira Mengü’ye karşı çıkanlar da benzeri bir şekilde anakronizm yapıyor. Epistemolojik olarak karşı kampa denk düşen sözcüler de Fatih’i günümüz muhafazakâr siyasal kimliğinin bir sembolü hâline getirken benzeri bir yol izliyor. Ne Mengü’nün seküler Fatih portresi ne de alternatif İslami Fatih kurgusu, tarihsel gerçekliğe uymuyor. Bu iki yaklaşım da, Fatih Sultan Mehmet’in kim olduğundan çok, neye hizmet edeceğiyle ilgileniyor.
Tarihsel figürlerin bu şekilde kurgulanması, Türkiye’de hafıza ile kimlik arasındaki sıkı ilişkiyi gösteriyor. Tartışma konusu olan Fatih Sultan Mehmet değil; onun nasıl hatırlanacağı. Kimin onu nasıl hatırlattığı… Çünkü kolektif hafızayı yönetmek, ortak hatıralar ve imgeler üzerinden kitlesel aidiyet kurmak, organize ve tutarlı bir topluluk inşa etmenin yerine geçmiş durumda.
Üstelik Fatih Sultan Mehmet sadece bu iki kamp tarafından kullanılmıyor, kabaca bir bakınca bir kesim için “İslam’ın kılıcı”, başka bir grup için “Rönesans insanı”, kimileri için “Kızl Elma’yı hedefleyen Türk milliyetçisi”, bazı marjinal gruplar içinse “gizli Hristiyan”dır. Bu imgelerin hiçbiri, tarihsel belgelerin tarafsız ve karşılaştırmalı bir okumasına dayanmaz. Hepsi, belli bir kimliği beslemek ve duygusal bir aidiyet yaratmak için seçilmiş, temelinde taraflı seçilmiş verilere ya da tamamen uydurma verilere dayanan kurgulardır.
Tıpkı bir tabloya bakan çocuklar gibi, herkes aynı resme bakıyor ama farklı hikâyeler anlatıyor.
Kimi Fatih’in kılıcını, kimi ressamını, kimi fethettiği şehirleri, kimi ailesini, kimi de penceresini görüyor.
Bu hikâyeler, resmîn kendisinden çok, onu anlatanın iç dünyasını yansıtıyor.
Dolayısıyla tartışmalar, bilgiyle değil, hatıralarla; belgelerle değil, inançlarla yapılıyor. Bu da eleştirel düşüncenin yerini duygusal sadakate, yani epistemolojik sadakate bıraktığını gösteriyor. Geçmiş, bilgiyle değil tasarımla kuruluyor. Ve bu tasarım, siyasi kimliğin duygusal altyapısını oluşturuyor.
Kamusal tartışmalarımızı geliştirmek, daha derin ve adil bir toplumsal mutabakat kurmak istiyorsak yapmamız gereken şey açık: Geçmişi kutsamak değil, geleceği kurmak.
Gerçekte ne yaşandığını değil, hangi çerçevede, nasıl yaşandığını araştırmalı; daha da önemlisi, bundan sonra ne yapılacağını konuşmalıyız. Ama bunu yapabilmek için, eleştirel düşünceyi merkeze almadan yol alamayız.
Bu nedenle bir sonraki yazıda, Emrah Sefa Gürkan’ın lafını tekrar hatırlatarak, mukayese eksikliği üzerine odaklanacağım. Çünkü eleştirel düşünce ancak mukayese ile mümkündür. Ve mukayese olmadan gelişme, gelişme olmadan da gelecek tasavvuru mümkün değildir.
Beklemede kalın.