Ancak bu yazılar üzerine gelen yorumlar, bir başka şeyi daha gösterdi: Ne söylendiği değil, kimin söylediği hâlâ daha çok önemseniyor.
İddia değil; gözlem bu. Günümüz Türkiyesinde bir fikri okuyan gözler yok, bir kampı tarayan radarlar var. Bu radarlar önce düşman sinyali diye işaretliyor, sonra öfkeyi yönlendiriyor. Tıpkı askerî bir sistem gibi. Hedef belirlendi mi, artık bilgi gereksiz. Gerisi imha prosedürü.
Duyduğunu değil, duyduğunu sandığını yanıtlayan zihin, konuşmaz; sadece ateş eder.
Maalesef, kampların kristalize olduğu bu dönemde, konuşulanı değil konuşanı dinliyor, karşımızdakini doğrudan bir “kamp”a yerleştirerek, onun söylediklerini peşinen anlamdan arındırıyoruz. Tartışma aşamasına geldiğimizdeyse, içeriğe değil kişiye odaklanıyor; gerekirse hayali üçüncü şahıslarla, yalan beyanlarla karşımızdakini yok etmeye çalışıyoruz.
Bir örnek vereyim. İki hafta önce, Türkiye’nin ilk 5. nesil savaş uçağı Kaan’la ilgili haberlerden yola çıkarak yazdığım yazı, tam anlamıyla iki cepheden gelen çapraz ateş arasında kaldı. Bir taraf, uçağı küçümsediğimi iddia etti. Diğer taraf ise, iktidar övgüsü yaptığımı... Her iki grup da bana bolca hakaret etti. Fakat iki taraf arasında bir ortak nokta vardı: Hiçbiri yazının aslında ne anlattığıyla ilgilenmemişti. O yazıda, Kaan'ı değil, onun etrafında dönen veri temelli olmayan tartışmaları eleştiriyordum. İnsanların, kırılgan kimliklerini korumak için nasıl savunma hattı kurduğunu, bu hattı da “bilgi” değil, “refleks”le ördüğünü göstermeye çalışıyordum.
Benzer bir durum, gündelik hayatımdan bir örnekle aktardığım yazıda yaşandı. Geçtiğimiz hafta, hem toplum-narsisizm benzetmesi üzerine gelen akademik eleştirilere cevap vermek hem de gündelik bir örnek üzerinden kamplaşmanın iletişimi nasıl tıkadığını örneklemeye çalıştım ve oturduğum sitede yaşadığım motosiklet parkı tartışmasını aktardım: site içinde motorumu park ettiğim yere yaşlı bir komşu itiraz etti. Aradan saatler geçmeden tartışma büyüdü. Kimileri beni haklı buldu, kimileri yaşlı komşuyu. Tartışma, motorcular ile araç sürücüleri arasında adeta küçük bir kültürel savaşa dönüştü.
Ancak bu yazıya gelen yorumlar; okurlar, yazının ne anlattığını değil, kimin haklı olduğuna dair pozisyonlarını belirtti. Motosiklet kullanıcıları yaşlı kat malikini haksız buldu, araç sürücüleri ise motosikletin yer kaplamasına itiraz edenleri haklı buldu. Yorumlar ise yazının içeriğinden tamamen kopup, “motorcular” ve “arabacılar” arasındaki gizil tartışmanın cehphanesine dönüştü.
Oysa anlatmak istediğim ne motordu, ne park yeri hakkıydı. İletişimsizlikti. Yazının asıl amacı, bireylerin birbirini dinlemeden, anlamadan tepki verdiği; bunun da çözümü imkânsızlaştırdığı bir iletişim biçimini karikatürize etmekti.
Kulaklar sağır, ağızlarda yankı, herkes kendi megafonundan bağırıyor
En tuhaf yorum ise kendini muhalif olarak tanımlayan bir arkadaştan geldi. Otopark tartışmasını, iktidarın toplumu şekillendirme gücüne bağlamış, site yönetimini de küçük bir muktedir gibi tarif etmişti. Bu yorumda yazı yoktu, sadece yazara atfedilen niyetler vardı. Çünkü bu kamplaşma kültüründe okuyucular, önce yazarı bir yere koyar, sonra yazıyı oraya sığdırır.
Şunu fark ettim: İnsanlar artık tartışmayı bir çözüm bulma yöntemi değil, bir aidiyet testi olarak görüyor. Kim hangi kampta? Hangi taraftan konuşuyor? Ne diyor değil, “bizden mi?” diye bakıyor. Ve eğer “bizden” değilse, sözün içeriği düşman metnine dönüşüyor.
Peki ne yapmalı? Bazı okurlar yazıya çözüm önerileri sundu. Kimi komşuyu görmezden gel dedi, kimi site yönetimine yaz dedi. Hepsine teşekkür ederim. Ben şimdilik aracımı kapalı otoparkta hemen asansörün yanında sote bir yere park ederek, tartışmadan sıyrıldım. Ama asıl temennim başka iki tekerli ve dört tekerli araç sahibi kat malikleri bir araya gelip, karşılıklı ihtiyaçlarını konuşarak, müzakere etmeleri ve ortak bir çözüm üretmeleri. Bu sadece otopark sorununu değil, site içi pek çok rahatsızlığı da giderir.
Zira motosikletle dört teker arasındaki o daracık çizgi, aslında Türkiye’de uzlaşının ne kadar ince bir çizgide yürüdüğünün göstergesi.
Bu yazıyı, şahsi bir mesele anlatmak için değil, kamplaşmanın gündelik hayatta nasıl görünmez duvarlar ördüğünü göstermek için yazdım. Bu duvarlar bizi ayırmıyor sadece; aynı zamanda sağırlaştırıyor da. Haftaya, bu sağırlaşmanın, müzakereyi imkansızlaştırarak, İstanbul ölçeğinde yaygın bir hoşnutsuzluk yarattığını birlikte konuşacağız.